Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Gecenin Fırçası Yine

Pek bilinmeyen, odaların geceleri de yaşadığıdır. Lisede gece vakti karanlıkta kulakta müzik çalarken farkedilir böylesi bir şey. Odalar, gündüzleri ışıkla varolup geceleyin siyaha gömülmezler. Gerilerden duyulan müzikle, odaya sızan hafif ayışığıyla -ya da ayışığının yerini almaya başlamış şehir ışıklarıyla yaşarlar. photo by Serra Dag Bir sanat kitabı, neden mimarlık konusundan ileri gitmediğini soruyordu üzerinde çocuk resimleri olan ayraca, ayraç aylardır aynı yerde yan gelip yatmaktaydı; cafcaflığına, boyundan büyük sözler eden arka kapaklara kanılıp alınmış, sonra bırakılmış kitaplar kara kara düşünüyorlardı, biz nerede yanlış yaptık , diye. Bir filmden fırlamış kapak resmiyle Bir Geyşanın Anıları , belirsiz akıbetiyle kös kös oturuyordu, ne bir kitap toplama kampanyasına bağışlanabilirdi, ne de sevap olsun diye bir işçiye ya da kapıcıya. Albümler, pek sıkışığız, bir tane daha yanımıza istemeyiz , diye bir ağızdan fısıldaşıyor, bencillik ediyorlardı, tek bir rafı kaplamı

Vasat Bir Karakterin Portresi: Marie Antoinette

Başlığı böyle olsa da, asla bu şekilde betimlenemeyecek bir kitap Stefan Zweig'dan. En başından, herkesin bildiği o en kanlı sona dek bile tek bir cümlesi bile vasat sayılamaz Marie Antoinette 'in. Bu şahsiyetin kendisi bile, bu şekilde yazılarak vasat portresinin onurlandırılacağını hayal etmemiştir bile. Ettiyse de, kesinlikle böyle etmiştir. Asırlarca tek bir aptalca sözüyle anımsanarak böylesi bir yaşama nasıl haksızlık edildiğini düşündürüyor size yazar; bunu kendisi, yazarak yapıyor, çünkü bu yaşam gerçekten özel bir yan taşımıyor; yazılanlar taşıyor yalnızca. Bir genç kızın, politik niyetlerle birlikte bir uçtan kendi ailesi, bildikleri ve giysileriyle girdiği, içeride herşeyinden soyunarak, soydurularak kraliçe olacağı ülkenin öğrettikleri, yeni eşi ve giysileriyle çıkmak zounda kaldığı bir köşk sahnesiyle açılıyor her şey. Bunu bir film izlercesine görebiliyorsunuz, o genç kız ile birlikte siz de üşüyor, korkuyor, belki dehşete düşüyorsunuz. Yazarken soruyor si

"Sen Bir Karamazov'sun"

Dostoyevski'yi okumak için bile, Dostoyevski haricinde kitaplar gerekir. Bu kitaplar bir meal, çeviri ya da anlatı da olamazlar, romanın aslını herkes kendi benliğiyle okur ve kendi benliğinin yön verdiği şekliyle anlar. TV dizilerine dökülmüş onca entrika, kurulmadık ilişki kalmamışken, Karamazov Kardeşler romanı temelde bir kadını paylaşamama durumu gibi görülebilir, ya da hep vurgulandığı gibi, oğulların babalarını içten içe öldürme isteğinin bir özeti; ama romanı roman yapan asıl alt metinleridir ve bu basit öldürme dürtüsünden daha zengindir - kardeşlerin kişilikleri ve temsil ettikleri; savaşımları, inançları ve inançsızlıkları. Bir baba figürü, edebiyatta yer tutan tüm baba figürlerinin de babası belki de. Çevresindeki birkaç basit insanın yaşamları ve onlardan öğrendikleriniz. Ve kendine has Rus kültürü. Yemesi içmesi, günlük yaşamları, evlilikler, hastalıklar, kavga-dövüşler, yoksulluklar, ölümlere dek. Bunu görsele dökmek son derece zor olabilir. Dökemezseniz, romanda

"Bin Muhteşem Güneş"

Hep, ama hep insanı çaresizlikten delirtecek bir adaletsizlikle yürekten yakalıyor Khaled Hosseini. Öylesine delirtici bir şey koyuyor ki gözlerinizin önüne, doğrulup sayfaların içine atlamak istiyorsunuz. Yapamadığınız için, sayfaları yırtasınız geliyor, kelimeleri öldüresiniz. Bu ağzını bile açamadan evlendirileveren bir genç kadın ile değil, ona kuma getirilen sarışın melek gibi bir genç kızın, kendi bebeğini düşürmek için elinde bir bisiklet demiriyle bir odada çömelip beklemesinde; ya da sütkardeşinin kazandığı uçurtmayı mahallenin kabadayı çocuklarına vermeyip tecavüze uğrayan hizmetkâr azınlık çocukta değil, onu uzaktan izleyip kılını kıpırdatmayan sütkadeşinde oluyor. Edebiyat anlamında uzun ağdalı tek bir şey bulamıyorsunuz. Kelime oyunları, ironiler, soyut betimlemeler yok. Bilinçaltından akıp giden şeyler gibi yazdıkları. Birer kelimelik cümleler. Kelime-cümleler. Çünkü eseni aynı, çıplak güneş altında çıplak benlik. Herşey tek başına. Kalabalık, yığıntı, sıkışıklık, b

Çınar Üstü

Aklımda bir Livaneli şarkısı. Doğru dürüst bilmiyordum -ve biliyordum ki bu bir eksiklikti- yeni yeni aklıma kazınmaya başladı ısrarlı ezgileri, kalbe girmekte ısrarlı. Bir yandan da bir açlık hissi içimde, gün boyu bayram ziyaretleri ve çayları, börekleri, tatlılarına rağmen. Bir hamarat kadın ın minicik bir cümlesiyle düştü aklıma. Tozu isi bir Denizli. Kent girişinde eski püskü ve her bir siyasetçi gelişinde utanç yaratan, kaldırılması istenen, benim oraya has bulduğum dükkânları. Her birinin içi loş, tepesi pergoleli olur, içeride ne yapılırsa yapılsın siz demirci dükkânı olduğunu zannedersiniz. Kente girdiğiniz yol bellidir, en aydınlık en sıcak yol odur. Sizi 40 C'siyle karşılar, kıraç boş ufuklardan sonra radyonuz çekmeye başlar. Dizi dizi dükkanlar iki yandadır, tepeleri hep dershanedir. Arada tek tük, yeni, geometrik, metalik, camsı binalar geçer. Yine de siz minik konfeksiyoncu, tuhafiyeci, pastane dükkânlarına bakarsınız nedense. Daha şirin, daha ahşap, daha kutu kutud

Bir Arı Kadar

Nehir , bu dünyada kısacık yaşayabilen, yine de herkesin gönlünü sevgiyle dolduran minicik çocukların ismi.  Bu yaşamı hiç istemeyen, istemediği halde yaşayan, yaşadığı halde bu yaşama hakkını vermeyen, dünyanın ve yaşayanların hakkını vermeyen onca yetişkinin yerine.. Hatta hakkını vermeyip bir de yaşayan ve yaşamayan diğer şeylere kötülük eden, şer isteyenlerin yerine.  Bu yaşamı isteyen, yaşarken acı çeken, illetlerle boğuşan, günden güne eriyen tüm iyi insanların ve çocukların adına..  Kalmayıp giden iyinin de yerine bu yaşamı daha güzel yapabilme gücümüz var. Giden iyilere borçluyuz bunu. Onların vazgeçtiği günlere borçluyuz. Hayata, boğaz çukurumuza ölene dek gelmeyen,  bir arı kadar olan ruhumuz a hakkını vermiyoruz. Küçücük bir arıya bile vermiyoruz hakkını. Kendimizi örseliyoruz, çevremizdeki yürekleri, küçük canlıları. Unutuyoruz. Yaşamak, başkalarına yardım etmek için, anamız babamız eşimiz dostumuz çoluğumuz çocuğumuz için, analar babalar eşler dostlar çocuklar için, kedimi

Nehir'in anısına

Hiç tanımadığım, bilmediğim bir insanın yazdığı bir twiti izleyerek, hiç tanımadığım, bilmediğim bir çocuğun adına açılmış, hiç tanımadığım, bilmediğim annesinin bloguna ulaştım bir yıl önce. f.: Serra Dağ, 2008. Ufacık bir kız çocuğunun, neuroblastoma ile olan savaşını günbegün yazıyordu annesi, hastane hastane, doktor doktor gezerek, hayatını, herşeyini bırakmış, her türlü günlük arzudan vazgeçmiş, yurtdışında kızının bir kerecik rahatladığını, ilerleyebildiğini görebilmek için çırpınıyordu. Okudukça okudum, okudukça, çıkamadım işin içinden, tıp lisanı anlayabilmekle o kadar geçinmeme rağmen; öyle ki tahlilleri, ilaçları, Nehir'in ilaçlara ve makinelere verdiği tepkileri karıştırmaya başladım.  Aylar, aylar sonra denk geldim ve yazdım yine dün.. Dualara ihtiyacı var diye yazmıştı Zeynep Hanım. Bugün ise, Nehir'i kaybettik diye bir haber... Blogda ise sanki bu iki kelimeyi kullanmak istemeyen bir elin yazdığı kısa metin.. Son ana dek güçlü, son ana dek ümit ederek kız

RealAge'in Yalan Olduğu An

Bir keresinde TV'de Nefise Karatay'a sormuşlardı. - Dün akşam ne yediniz? - Ben mi? Sebze.. İşte havuç.. Sonra pilav.. Üstelik bunları sayarken çok emekli yemekler pişirip yemiş gibiydi. Ne tuhaf! Bizim yemeklerimizin ne güzel adları vardı. Nerede o adlar? Hanidir mutfak kültürümüzün nadide yemeklerinin isimlerini, bir hazır çorba markasının reklamları sayesinde duyar öğrenir olduk. Bir hazır gıda markası, yeme kültürümüze sahip çıkıyor. Ne ironik! Dr. Öz ve dev projesi Realage, gerçek yaş diye bir kavram ortaya attı ve her şeyi, genç kalma sektörünün ayaklarının dibine serdi: beslenme ve sporu. Oysa beslenme ve spor genç kalmaktan da önce, sağlık için değil midir? Sağlıklı olmadan önce gelen genç kalma ile güzel kalma zaten yarışıyordu: Bu savaşların arasında kalan mutfak kültürleri kaybolmaya yüz tuttu , bu kültüre ait yemekler suçlu gösterildi. İnsanlar artık yemeklerin geleneksel isimlerini bilmiyor, hatta geleneksel yemekleri bile bilmiyor. Yanyana ya da ard

Didyma

İşte bir tatilim daha sona eriyor: geçen yılki farklılığı saymazsak, çocukluğumun, ergenliğimin ve ilkgençliğimin yazlarının geçtiği yerden ayrılacağım yarın. Şu an dışarıda masada Godfather Waltz dinleyerek aslında doktora tezimi çözmüyorum, bu yıllanmış eve, 78 numaraya veda ediyorum. Her seferinde böyle olurdu; döneceğimizden bir gün evvel, geceleyin hüzünlenirdim, ya da herşeyin tadını daha bir çıkarmaya bakardım, veya geceyi dinler, herşeyi farketmeye çalışırdım. Bisiklete atlayıp deniz kenarına gider otururdum gün batarken, dilimde mutlaka bir şarkı olurdu. Mutlaka doğru dürüst bronzlaşamamış, saç rengi filan açılmamış, bu sayede gözleri falan da ortaya çıkmamış, benlerine ve tatil sonu çıkan tüylerine sinir olan bir kız çocuğu olurdum. Ev içinde ya da banyoda kapkara, muhteşem bronzlukta bir esmer, plaja gidince bembeyaz, peynir gibi bembeyaz görünür, bunun sebebini anlayamazdım. Hangisine daha tutkundum bilmiyorum, bu her yıl boya isteyen, denizin dibinde paslanmad

İstanbul'da Var

Birkaç güne Yedi Tepeli Şehre gideceğiz. Bir Ankara'lı, deniz özürlü, nem özürlü, kuru ayazlı, kuru sıcaklı bir vatandaş olarak, tepe, nem, deniz, deniz kıyısı, deniz kıyısında banklar, deniz kıyısında banklar ardında çay bahçesi, balık restoranı göreceğim. Kıyı boyunca inci gibi dizilmiş, diziler sayesinde gecesini gündüzünü her açıdan bildiğim yalıları, kafeleri, parkları.. Türkiye'nin kimse söyleyemese de, yıllar yılı yabancı kanallarda Hava Durumları'nda tek gösterilen asıl başkenti. Her ay bir başka Sanat Festivali'ne, yalnızca o şehirde yapılırsa kurumların sponsor oldukları Sanat başkenti. Bildiğin her sanatçının orada konser verdiği, Pazar günleri sağda solda görünseler de İstanbulluların pek aldırmayacağı, Ankara'lıların görse "aa, aaa, aaaa" diyecekleri magazin başkenti. "Haydi Boğaz'a gidelim" diyemiyoruz, denizsiz bozkırda birkaç AVM ile idare ediyoruz, en tiki AVM'ye gidip en tiki salatayı yesek bile sonunda suyuna

Gizem'e Mektup

Sapsarı bukle bukle saçlar, açık mavi gözler, şirin mi şirin bir kızcağız Gizem. Ailesinin tek çocuğu, daha küçüklükten alıştırmışlardır sorumluluğa, eve gelir anahtarla kapıyı açmaya çalışır, komşusu olan annemin yardım teklifinde bile utanır ses edemez. Bir iki kere odasına misafir olmuştuk, renkli renkli oyuncaklar, peluşlar. Özene bezene yaratılmış olsa da, asla şımarmamıştır, küçücük yaşında hep olgun ve az konuşan bir kızdır. Ne bir şirretlik, onu isterim bunu isterimcilik, ne annesini bir kere bile ona bağırması.. mümkün değildir. Öldü 13-14 yaşında. Ortaokuldaydı. O sırada biz ÖYS'ye hazırlanıyorduk. 18 yaşındaydık. 1998 olmalı. Ebru Gündeş'e ne olduysa, Gizem'e de ondan oldu, tek fark, daha erken, hem de daha şanssız bir yerde, okul sırasına oturmuşken ve beynindeki baloncuk patlayıp yere yığıldığında o an ölmüştü bile. Tüm organlarını bağışladılar, masmavi gözlerine kıyamadılar bıraktılar. Hep orada olan bir şeye alışır da sonra yokolduğunda boşluğa düşers

Anneler Ayı

Annelik öyle bir değişti ki. Kilo almadan göbek büyüten, diyet yaparak emziren, bunu bir de kitap yapan kadınlar, "3 günlük hamileyim" diye blog yazan kadınlar, bebek odası diye her yeri kırdırıp döşettirenler... Hamilelik bir övünç, şişinme, göze sokma, buldumcukluk aracı oldu. Nazardan sakınmak, göze sokmamak, biraz gizli yaşamak nerede kaldı? Aza kanaat eden, şunu aldım bunu aldım yerine herşey sırasıyla diyen? Tüketim böyle kanatlanınca, Anneler Ayı(!) nda TV reklamlarının cıvıtması da kaçınılmaz oldu. Bir benzerini Sevgililer Ayı olan Şubat'ta yaşamıştık ve daha yeni toparlanıyorduk. Önce 2-3 günde bir gösterilen reklamlar, günde 20-30 adede ulaştı. Her kurum diğeriyle sidik yarıştırarak topluma, alın ulan, ananıza alın! şeklinde bir şey empoze ediyordu. Annemize USB disk, harici disk, laptop gibi şeyler almamız bile teklif edildi. Gazeteler çarşaf çarşaf ekler yayınladılar, çarşaf çarşaf reklamlar aldılar bu eklere. Her şey bir ticari sömürüydü. Bunlar

Çağla!

Meğer bizim insanımız, hormonsuz, ilaçsız, şişirilmemiş, doğal gıdaya ne kadar hasretmiş! Meğer biz kayış gibi hıyarlardan, 2 günde çürüyen top gibi soğanlardan, sünger-dokulu domateslerden, amorf-çileklerden, sudan oluşması gerekirken kabak-kristalize karpuzlardan ne kadar bezmişiz! Rahmetli dedemin köyündeki evin bahçesinde, bir çağla ağacı bir çağla vermiş bir vermiş ki, kime yedirsem bir daha istiyor. Ağaç bununla da kalmamış, tüm çiçekleri tozlaşıp yerlere saçılmış, tüm çevresini de badem fidesi yapmış. Yaz-kış Allah'ın baktığı suladığı, ama en bakılanlardan bile daha coşkun çağla! Biz hakikaten, yemeklik ayrılan yerlerden artanların da, yenmeyecek kemiklerin de öğütülüp yine kıymalara, et-tavuk bulyonlara basıldığı, et yedik sanırken haberlere konu olup "at yemişiz biz yahu" dediğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Yazarlarımız "Nerede bu eşekler?" diye yazılar yazıyorlar, yedik hepsini çünkü! O tavuklara öyle bir Östrojen basıyorlar ki, onu yiyen erkek

"İsimsiz"

Ortaokuldayken İngilizce dersinde işlediğimiz kitapta bir ünitede, minik bir kare içinde yere oturmuş bir şeyler okuyan spor giyimli bir delikanlı resmi vardı; yanında da bugün bile anımsadığım bir cümle: Christian is 16. He is good at school, loves playing basketball - but he has never read a whole book. O yıllar kütüphaneden çıkmayan, ciltli kitap kokusuna bayılan benim için bu durum tuhaf gelmişti. Şanslıydım, bir ortaokul için zengin bir kütüphaneydi.  Doktoraya başladıktan bu sorunu ben de yaşamaya başladım. Kitap alıyor, başlıyor fakat bitiremiyordum, genelde önceki okuduklarımı unutuyor ve unutunca yeniden başlıyordum, anımsamaya başlarken ise uyuyakalıyordum. Yeniden başlamak boynumun borcuymuş gibi. Çantamda taşımayı ise hâlâ sevmem, buruşur kırışır kapağı. Reva değil gibi gelir. Çünkü en çok, kitapların ciltlerini, kapaklarını severim. Kapaktaki minik kare içinde güzel yağlıboya eserleri. Sade, beyaz, mat kapaklar.. Harflerin şekillerini, fazla büyük olmayan, tırnak

Büyüyünce atmak

Pek çok şey için geçerli bu yazacaklarım, o yüzden eğer bu konuda vicdan azabı çekmek istemiyorsanız, o 'pek çok şey'den uzak duruyorsunuz. Ama bu sefer de, onların bir süre verebileceği keyiften mahrum oluyorsunuz. Hayatı mı kaçırıyoruz yoksa, diye düşündüğünüz bile oluyor. Birincisi, evcil hayvan beslemek. Küçükken, az yer kaplarken, sevimliyken eve ya da işyerinize almak. Sonra büyümesi, ihtiyaçlarının artması, tuvalet temizliği. Tatile matile değil, alıp başını bile gidememek. Bakacak, su verecek, temizleyecek birinin aranması gerekliliği ve  'alırken bana mı sordun' bakışıyla karşılaşma olasılığı. Daha da büyürse eş ihtiyacı, öyle daha 1 yaşına gelmeden zart diye hadım etmek değil, bir-iki kere anne ya da baba olma hissini yaşamasına izin verecek kadar vicdanlıysanız tabii, ve yavruları, işbubaşlık (!) çekincesiyle vermek birilerine. Ya da çocuk yapıp size yıllar içinde alışmış, hatta insan yaşlanmasına göre 3-4 kat hızlı yaşlandıkları için neredeyse ömrünü  si

Ankara

Bu şehir denizsizdir. Ciddidir, rengi gridir. Teması ayazdır, kuraktır. Tin rengi mavi olan, yeşil olan kentler vardır, sarı olan yerler, çamur kahvesi olan yerler. En susuz olup da rengi altın sarısı olan Afrika bölgelerinin rengi bile gri değildir. Havası kurudur, yollarındaki bitkiler cansız ve az gelişmiştir. Çoğu da tozla toprakla egsozla kaplıdır. Bir kısmı Ankara bitkisi olmayıp rivayetlere göre yurtdışından milyonlarca paraya getirilip dikildiği için, bir mevsim bile yaşayamadan sökülerek yeni yenilerini dikilmiş buluruz bazı sabahlar. Bazen de, en abuk kaldırım çatlağından kendi kendine çıkıveren, kimsenin farketmediği sulamadığı bakmadığı, Allah'a emanet, inadına yaşayan Ankara ağaçlarının filizlerini görürsünüz. Burada herkes bulutlar altındaymışçasına yürürken görülebilir, onların da rengi gridir sanki. Alışmış kabullenmişlerdir, bu pek bir yerinden caz müziği, yumuşak bir piyano sesi yayılmayan sokaklara. Bu şehir yayalara göre değil araçlara göre gel

Başlangıç

Yıllarca fotoğraf çektim. Bu uğurda harçlıklarımı, sınavlara çalışabileceğim zamanları, haftasonlarımı, güneşli bahar ve yaz günlerini ve o günlerde yapılabilecek kimbilir 'neler neler'i harcadım. Sonunda, zaten herkesin fotoğraf çektiğini, her yerin de fotoğraf olduğunu, hepsinin tüketildiğini ve hatta kanıksandıklarını anladım. Şimdi ise,internetin sözsel paylaşım bolluğuna kendimi de katıyorum. Ve bir not. Fotoğraf çekmeyi hâlâ seviyorum. Elim dursa gözüm, gözüm dursa zihnim basıyor deklanşöre.